DAMGALARIN DANSI ÜZERİNE
Çalışmalarının konusu olan damgalar kapsamlarında gizemlilik bulunduran herhangi bir eşyayı veya hayvanı birbirinden ayırmak, tanıma ve tanıtmak amacıyla kullanılan (im-en-sembol-arma-mühür) estetik açıdan amacına ulaşmış tarihi, grafiksel belgelerdir
Tarihsel kökeni çok eskilere dayanan damgalar bir iletişim gereksinimi olarak, türemiş ve karşılıklı anlaşılma amacına da dönüktürler. Kapsamlarında gizemlilikler bulundururlar ve büyüler dünyasının ürünleridir. Bu nedenle bunların kullanımı salt süsleme, tanıma, tanıtma amacına dönük olmayıp, aynı zamanda esrarengiz güçler içerdiklerinden estetikten çok psikolojik anlam baskındır. Nazara karşı kullanılan, yatay ve düşey iki çizginin kesişmesi ile oluşan haç Anadolu’da kötü gözü, dört ayrı parçaya bölerek etkisini azaltacağına inanılır. Anadolu’da haç motifi Hristiyan’lıktan çok daha eskilere uzanır. Çatalhöyük duvar resimlerinde haça rastlanmaktadır. Gamalı haç motifi de çok eskilerden beri de kullanılmaktadır. Karataş-Semahöyük’te bulunan ve M.Ö 3000’e tarihlenen üç ayaklı çömlek buna örnektir. Haç motifti Anadolu dokumalarında değişik şekillerde gözlenebilir (1).
Tezyin elemanı olarak da kullanılan damgalar, kutsal ve ilahi şekiller olarak tanınmış. Doğa üstü gücü olduğuna, hayvanları uğursuzluklardan, kötülüklerden ve kazalardan koruduğuna inanılmış.
“Çok uzun bir geçmişi olan ve M.Ö ki yüzyıllardan beri kullanılan eski Türk damgaları milli kültürümüzün maddi unsurlarından biridir. Erken Türkler, Kuzey Eurasia kıtasında yaygın olarak yaşamışlar. M.Ö 2000 yılın sonunda, bir istila sonrasında, muhtemelen âri kavimlerin (Avrupalı, Hintli, İranlı, Yunanlı v.s.) ilerlemesi sonunda hayat tarzlarını değiştirmiş; geçimlerini çobanlık ve avcılıkla sağlamaya başlamışlardı. Yazın yaylakta, kışın kışlakta, yarı–göçebe hayat sürdürmüşlerdi. Mevsim göçleri sırasında, sürülerin birbirlerine karışmaması için, her boy, sürülerine kendi damgasını vuruyordu.
Sanat eserlerindeki damgalar, Kuzey Asya kültürünün belirtisi olduğu bilhassa ki, M.Ö IV. yüzyıllardan kaldığı sanılan Esik mezarında, gümüş bir kap içinde Kök Türk harflerinin arkaik şekli olduğu sanılan harfler ile yazılmış ve Kazak alimlerine göre, yalnız Türkçe iki harften olan bir yazı bulunduğu. Bu çok önemli buluş, Kök Türk yazısının M.Ö belki ARİSTOV, ORKUN ve KİSİLEV’in sandıkları gibi, damgalardan gelişerek, teşekkül ettiğini gösterebilir.
Akçorak’lının belirttiğine göre, damgaların çoğu, pek basit çizgilerden ibarettir. İptidai devirlerde bu çizgilerin bir mânâ ifade edip etmediği bilinmemektedir. Ancak, ileride birçok damgaların eşyadan alındığı ve eşyanın adı ile anıldığını görmek mümkündür. Akçoraklı Kırım’ın kuzey yarısındaki Tatar köylerin her birinde, mezarlıklarda bu damgaları görmek mümkündür. Damgalı taşlarda, mezar taşında bile, ölenin ne adı, ne de doğum ve ölüm tarihleri vardır. Ancak, obanın damgası yazılır. Bu damgalar ancak, kabirde yatan ölünün hangi kabileye, ulusa mensup olduğunu anlatır. Bunda şahsiyet kaybolur, Uruğ, Ocak, Kabile belli olur. Damga bir obanın, oymağın, boyun ve kabilenin işaretidir. Bu o birliğe ait olan her şeyde kullanılabilir (at, koyun, diğer hayvan, halı, kilim, çadır, eyer, yemek kabı, mezar taşı, mühür, sancak v.s) Kırım’da bazı taşlarda iki damga görülür. Bu da ayrı kabileden evlenmiş erkek ve kadından da her iki damga görülür. Bu da ayrı kabileden evlenmiş erkek ve kadından her ikisinin de damgasını muhafaza etmek istediğini gösterir, Kırım’da bina üzerinde damgalar görülmüştür (2).
Tamga, eski Türk’lerde mühür manasına gelirdi. Bu sebeple hayvan, eşya ve hatta silahların damgalanması gibi harmanda elde edilmiş olan hububatta damgalanırdı. Harezmşahlar çağında yazılmış olan Mukaddimetül-Edeb’de “Mühür bastı, bugdayga” şeklinde bir cümle görmekteyiz. Bu cümle tabii olarak, Harezmşahlar devletindeki okumuşların dillerini gösteren bir örnektir. Biraz daha sonraki çağlara ait olan Moğolca karşılığında ise, yarı Türkçe ve yarı Moğolca olarak, “Tamgadaruba buğdayda” denmektedir. Harezmşahlar çağında da, köylü ve hayvancı Türk halkının mühüretamga dediği hususunda, hiç şüphe yoktur. XV. Yüzyıl Anadolu metinlerinde de, “Tahıla mühür urmak ve çeç mühürlemek” gibi deyişler görüyoruz. Eski ve şimdi Anadolu Türk’lerinde bu eski Türkçe örnekleri pek çoktur(3).
“Doğa bilimlerinde olayları ve nesneleri görme veya onlara bakma eylemi, bazen araçların ve özel bilgilerin varlığını zorunlu kılar. İnsan–kültür bilimlerinde ise insanlar her baktıklarını bilmiş, dahası anlamış sanırlar. Oysa durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Öyle olsa bile, her görülenin bütünüyle anlaşılması mümkün değildir. Sosyo–kültürel bir şeyi anlamak, araç kullanmaktan öte derin bir sezgi gücünü, empati ile uygun metod ve tekniklerin kullanılmasını zorunlu kılar. Mesela; bir kültür unsuru sadece tarih, antropoloji, halk bilimi, sosyoloji ve benzeri bilim dallarından, sadece birini esas alarak, yeterince anlaşır şekilde ifade edemeyiz. Çünkü kültür unsurları tarihi süreç ile sosyal–fiziki ortam içinde oluşurlar, değişirler ve bu süreçte onu etkileyen faktörler her zaman birden fazladır. Bu nedenle sosyo – kültürel olaylar görüldüklerinin aksine, en zor anlaşılan problemlerin başında gelir yada gelmesi gerekir.Halı, kilim ve mezar taşlarındaki damgalar birer sanat eseri olmaktan öte bir duygunun bir sosyo–kültürel hayatın, en genel tabiri ile sosyal tarihin dile getirildiği kitap sayfaları ve tarihi vesikalardır. Başka deyişle motif, figür, sembol ve şekillerin tarihinin belirli bir noktasındaki zihniyet ve tutumların ürünleri oldukça açıktır. Bu belgeler resmi kurumlar tarafından yazılmadıkları içinde halkın en yalın duygu ve düşüncelerin ifade ederler. Dolayısıyla tarih yazıcıları ve sosyo–kültürel kavramlar hakkında çalışanlar, öncelikle halı–kilim ve mezar taşları gibi etnografik eserlerin değerlendirilmesi gerekir. Çünkü bunlar resmi duygular ile bilgilerin karışmadığı en yalın tarihi vesikalardır.Yapılan araştırmalar, insanların tesadüfen ortak semboller kullandıkları hakkında çok az bilgiler vermektedir. Ayrıca insanlar ortak semboller kullansa da onlara verdikleri anlamlar farklı olmaktadır. Semboller bir kültürel yapının adeta DNA larıdır, ya da sosyal genetizmin mimarlarıdırlar. Başka tabirle semboller bir zihniyetin ifadesidir. Sanat ise bir kültürel grubun dünyayı algılayış tarzıdır. Bu nedenle damgalar Türk tarihi açısından son derece önemli belgelerdir. Çünkü damgalar Türk’lerde yazının olmadığı zamanlarda kaynaklanmış olup, o günden bu güne kadar Türk grupları tarafından bir arma olarak kullanılmışlardır. Ayrıca bu damgaların bazıları Türk’lerin ilk alfabesi olan runik alfabesinin bazı harflerini meydana getirmişlerdir. Türk adının yazılı olduğu günümüzdeki en eski belge olan Orhun Abideleri ve runik alfabesiyle yazılmıştır. Yani Türk’lerin halı, kilim ve mezar gibi eserler de kullandıkları damgalar bazen harf bazen arma, bazen süs ve bazen de statü aracı olarak karşımıza çıkmaktadır (4).
Kafkasya’da bulunan yazıtlarda kullanılan runik harflerin Türk kökenli halkların ortak alfabesi olarak kullanıldığı bütün antropologlar tarafından kabul edilmektedir. Orhun harfleri olarak bilinen alfabenin bulunan ilk örneği olan yukarıdaki yazısı M.Ö. 500 yılına ait olup, ünlü altın elbiseli adam kurganından çıkmıştır. Yazıda Türkçe olarak “Tigin 23’de öldü. Esik Halkının Başı Sağ olsun” ibaresi yer almaktadır. Bu yazı gümüş bir tabak şeklindeki zemine işlenmiştir.
Karaçay’ın (Kafkasya) Humara köyü yakınlarında bir kaya üzerine kazınmış runik harfli yazıt. Transkripsiyon: Cuguturekcvelügtiketüki cal eki kiceoyuw oyduk. Çeviri: İkinci dağ keçisi (cugutur) ayında işaretin (anıtın) dikildiği yıl iki küçük süs oyduk.
Karaçay’ın (Kafkasya) Arhız bölgesinde ortaya çıkarılan runik harfli mezar kitabesi. Transkripsiyon: Dogışıv en eş men ÖgBka Uluma bökmetim uy… Eren az ayrıltım. Çeviri: Ben ÖgBka, tören yerinde oğluma doyamadım… O yiğitten ayrıldım.
Runik harfli yazıtlar birçok yönden Orhun yazıtlarına benzemektedir. Ancak, bu yazıtlar Orhun yazıtlarından çok daha önce oluşmuş bir yazı sistemini ve Hun–Bulgar Türkçesinin özelliklerini yansıtmaktadır (5).
Bu damgaların bir özelliği de Kızılderililerin Berinğ boğazından geçerek Amerika’ya göç eden ilk Türk’ler veya Asya’lılar olduklarını savunur. Bilim adamlarınca en önemli vesika olarak kullanılmalıdır. Gerçekten de Kızılderili’lerin gelenekleri ve kullandıkları damgalar eski Türk kültürü ile önemli ölçüde örtüşmektedirler.
Semboller halkların kültürlerinde çok önemli olan otantik belgelerdir. Özellikle Türk’ler için semboller, hem bir bağımsızlık, hem de bir süs sanat olmanın ötesinde mitolojik özeliklere sahiptir. Mesela; Türk’lerin yaratılış destanlarından olan Oğuz Kağan Destanında Türk’lerin 24 boydan meydana geldiği anlatılır. Ayrıca 24 Oğuz boyunun damgaları ya olduğu gibi ya da kısmen değişerek halâ Türk halkları tarafından kullanılmaktadır (6).
Asırlar boyu Orta Asya’nın uçsuz bucaksız topraklarında yaşayan Türk’lerin hayvanlara büyük bir ilgi duyduğu bilinmektedir. Tabiat bilgisi çok geniş ve derin olan Türk’ler bozkırda yaşayan hayvanlar dünyasına o kadar bağlı idi ki ister istemez hayvanların yaşayışları hakkında çok derin bilgiler edinmişler. Hayvanlara karşı olan ilgileri sanat eserlerinin genellikle hayvan biçimleri üzerinde gelişmesini sağlamış. Onların sahip olduğu güç ve aralarında yaptıkları mücadeleler sanatkarlara daima ilham kaynağı olmuştur. Çoğu kez hayvanları kuvvet, bereket, kötülük ve iyilik gibi çeşitli kavramları sembolleri olarak kabul etmişler.
Son zamanlara kadar yabancı sanat tarihçilerinin kültürsüz, atlı barbar sürüsü diye adlandırıp tanıttıkları bu atlı kültür mensupları, atı ehlileştirmiş, ona hakim olmuş, sürati gemlemiş ve emir altına alarak dünya uygarlığına “hız” fikrini sunmuştur.
Çevik ve manevra kabiliyeti çok yüksek bozkır atlılarına karşı mücadelelerde Çin’liler savaş tekniklerini değiştirmek zaruretini duydular. Çin anıtlarında, Hun’ların ok ve yaydan başka uzun süvari kargısı ile hücum ettiklerini aksettiren tasvirler görülür. Cenk alanında, Hun atlıları bir kasırga hızıyla düşman topluluklarına çarpar ve bu arada kendilerinden büyük kuvvetlerle karşılaştıklarında sahte çekilme hareketinde de bulunmaktan kaçınmazlardır. Süratin savaşta ne kadar önemli bir faktör olduğunu ilk keşfedenler onlardı. Bu çekilmelerde büyük ustalıkla geriye dönerek ok atarlar ve düşmanın sayıca üstünlüğünü eritmeye çalışırlardı. Bu savaş taktiği, sanat yönünden de ele alınmış, “At sırtında geriye ok atma teması” Hun’lardan Osmanlılara gelinceye kadar birçok Türk sanatçıları tarafından çok sevilen tekrar tekrar resmedilen bir konu olmuştur. En eski Türk topluluklarından günümüze kadar, “At” insanla birlikte savaşa katılmış, kaderini sahibinin kaderine bağlamış bir yaratık sayılmıştır. Birçok Türk uruklarının bu derin sevgi yüzünden at’ın adını kullandıkları görülmüştür. Karakalpak boylarının en önemli kolları Kar-tay, Sarı-tay ve Boz-tay, adlarını taşır. Selçuklu Devlet ricalinden celalüddün Karatay’ın lakabı ile bu geleneğin içindedir. Atlı kültür mensupları ham demire kimsenin bilmediği bir şekilde su verip onu çelikleştirmeyi başarmış, en mükemmel kılıç, havada ıslık çalan ok uçları, kargıları yapmış, silahlarını at koşum takımlarını, haşalarını keçe örtülerini, kilim ve halıları fevkalade bir tabiatçı anlayışla çeşitli figürlerle süslemişlerdir (7).
Kare, İskit’lerden beri eski Türk kültüründe kutsaldır. Türk’ler cennetin kare biçiminde olduğunu düşlemişler, eski deyişle tahayyül etmişler, bu biçimi zamanla gökyüzünden dünyaya ve cennet gibi kutsamak istedikleri yurtlarına da yansıtmışlardır. Onun için, dünyanın ve yurtlarının dört kenarlı, dört köşeli olduğunu düşünürler. Hatta pazırık halısını orta kareleri süsleyen sekiz kollu yıldıza çok benzeyen bir im’le simgelemişlerdir de! Söz konusu imi, Asya ve Avrupa Hunları ile ardında Macaristan’daki Avar Türkler’inin bir sosyal seviye işareti olarak, demir tokalarına taktıklarını biliyoruz. Bu simgenin, Kök Türk’ler ile en yakın atamız Oğuz Türk’lerin de adı vardır. “TörtBulung” Orhun Anıtlarından Bilge Kaan ve Kül-Tiğin yazıtlarında dünya tanımlanırken dört kez geçer! Sekiz kollusuna da Oğuzlar “ TörtBulung, SekkizBucgak” yani “ Dört Köşe Sekiz Bucak” demişlerdir. Macar Türkoloji Uzmanı JanosHarmatta, Asya Hunlarında bu imin, gök ve yerdeki dört yönü karşıladığını söyler. Rus Türkologlarından AndreiZat’ne’provsky de Hun ve Avar Türklerinde kesinlikle göğü simgeleyen bir evren imi olduğu görüşündedir. Söz konusu motif süsleme amacıyla halıda bir nilüfer çiçeği biçimde üslûplaştırılmıştır.
“Eski Türk’ler dünyayı dört köşe düşündükleri çeşitli kaynaklardan ve özellikle Türk söylencesi ile Türk masallarından anlıyoruz. Nitekim Türk bilimcimler, yüzyıllardır Sibirya’nın ıssız tundralarında dış etkenlerden uzak yaşadıkları için en eski Türk inançlarını yaklaşık bin yıldan beri koruyabilmiş olan Yakut Türkleri’nin yakın zamanlara kadar “dört köşeli bir dünya”’ya inandıklarını yazarlar. Eski Türk’lere göre dünyanın “TörtBulung”, yani dört köşe ve dört kenarlı olduğunu Orta Asya halkbilimi de gösteriyor. Radloff bunun çeşitli örneklerini saptamıştır. Kök-Türk yazıtlarında da o zamanki dünya toplumları tanımlanırken yine “TörtBulung”’ daki, yani dört köşedeki, dört yandaki budunlardan söz edilir. Asya Hun’larının devlet örgütünde de imparatorluğun dört yanı için dört önemli memuriyet varmış (8).
Batı Türklerinin oyma harfli yazıtlarında görülen imlerin çizimleri daha eskileri, sarmat aynalarında ve sarmat’lardan önce geç ve erken Hun dönemlerine ait Hun ayna ve kılıç askılıklarında kullanılmıştır. Uzmanlara göre eski Türk damgalarından kaynaklanan ve Türkler’in “Tört Bulung”düşüncesini simgeleyen bu imler, pazırık halısının orta alanındaki motifi andırıyorlar.
Göktürk’lerin “Bulung” dediği bu motif Müslüman sanatçılar içinde kutsaldır. Konya Mevlâna müzesinde bulunan 13.yy halısındaki bu yön işareti ve aralardaki Allah’ı hatırlatan yıldızlar son dönem iplikçi camii halısında da görülür. Orta Asya dokumalarındaki “TörtBulung” simgesi günümüzde Ezine halılarında yaşatılmaktadır.Çok eski bir Türk düşüncesi olduğu anlaşılan bu dört köşe, dört yan kavramı bugünkü Türkçe’mizde de “dünyanın dört bucağı” deyişiyle hâlâ yaşamaktadır. Dört köşe deyimi Türk halk edebiyatında da dünyayı ifade eder. Nihayet, Prof .Divitçioğlu’nun “Kök-Türkler” adlı yapıtında ayrıntılarıyla aktardığına göre çeşitli Türk ve yabancı bilim adamları, örneğin, 1931 yılından bu yana F.Köprülü, R.Arat, S.Çağatay, A,Doruk, S.Tezcan, WBang, A.von le Cog, G.Durand, W.Eberhard, A.vonGabain ve G.R..homsen gibi tarih uzmanları eski Orta Asya kültüründe karenin oturulan kapalı bir yer, simgesel dilde de yurt ve kent ya da surlarla çevrili kale anlamına geldiğini saptamışlardır. Bunun doğal bir sonucu olarak, İskit’lerden sonra Hun’ların Kök-Türk’lerin ve Uygurların da yurtlarını kare biçiminde düşündüklerini artık zamanımızda örnekleriyle biliyoruz (9).
“TheSeythians – İskitler” adlı kitabın yazarı Bn.TamaraTalbot Rice’ın kaleminden okuyalım;
Kazılar yalnızca süsleme san’atında şaşılacak denli ince bir duyguya değil, Fakat bu san’atı uygulamada ve malzemenin seçiminde de yanılmaz bir isabet yeteneğine sahip bir topluluğu tarihine ışık tutmuştur. Çoban göçebelerden kurulu öyle bir topluluk ki oldukça yüksek bir kültür düzeyinde yaşamış, tekerleği bildiği için arabadan yararlanmıştır ve yine öyle atlı binici bir topluluk ki olağandışı dokumalar yapmış, kapkacaklarına bakılırsa özenli bir mutfağa sahipmiş (10).
Avrasya göçebelerinin yarattıkları sanat anıtları, Çin’den Kuzey Karadeniz sahiline kadar uzanan engin bölgede bulunarak çok uzun kronolojik bir devri kapsar. Süje ve variyant bolluğuna sahip olan bu eserler son derece net bir şekilde sanat geleneğinin devamlılığını göstermektedir. Bu bölgede mevcut olan kültürlerden hiç biri Avrasya göçebe uygarlıkların ki kadar çok sanat eseri bırakmamıştır. Avrasya dağ ve steplerinin demir çağı başlangıcına ait eski sanatı ve erken orta çağ sanatı için bir tarif bulmak isteyen bir araştırmacılar ; “step analizmi , İskitbaroku” ve en nihayet, en yaygın olarak “hayvan üslûbu” kavramlarını kullandılar. Bu sanatın örnekleri o kadar orjinaldir ki resim, kaya, işlenmiş taş, altın, kemik, bronz, keçe ipek ve halı üzerinde ya da arkeolojik kalıntılarda bulunan ayrı ayrı parçalar bile kolayca görülüp anlaşılabilmektedir. Hayvan üslûbunun başlıca belirtileri, her şeyden önce vücudu kurma usulünde ki kompozisyon yöntemlerinde ayrıca bazı vücut parçalarının kasden abartılmasında görülmektedir. Örneğin; bir geyiğin boynuzları sırtı kadar uzun olabilmekte bir kuşun gagası helozona dönüşebilmektedir. Dikkati bazı detaylara çekmek için bunlara belli başlı şekiller verilmektedir. Boynuz uçları, paçalar, hayvan vücudundaki eğrilikler kendi dinamizmini kazanır. Vücut parçaları ayrı olarak da betimlenebilir ve stilizasyon etkisi altında yavaş yavaş bir bezek şekline alır. Hayvan üslûbu bitki dünyasını da kapsar. Ağaç resimleri, ot ve yaprak bezekleri hayvan ve ya kuşların paça, gaga, kanat birbirine geçirilmiş vücutları gibi görülür. Hayvan üslûbu ile icra edilmiş olan eserlerin süjeleri ne kadar çeşitli olursa da, hayvan vücudundaki parçaların, belli pozların betimlenmesin de ve bazı kompozisyon usullerin de sanat geleneği apaçık bir şekilde görülmektedir. Resimlerin çoğuna has özellik sabit değil, dinamik olmasıdır. Hareket, koşan hayvanın bacakların durumundan, başının eğilmesi veya dönmesinden, başka resimlere kıyasla halinden anlaşılır. Bazı araştırmalarda arkeologlar “invariyant” terimini kullanarak genel çizgileri olan bir takım belirtiye işaret etmektedir. Süje, detaylar ve kompozisyon değişince bu belirtiler hemen hemen değişmez ve belki ancak, resim tekniğinin seçimi bakımından ressamın şahsi icrasına bağlıdır. Hayvan boynuzların uçlarındaki hafif görülen, kanat şeklinde devamları, resime hareket kazandırılarak uçuş işlemi yaratır. Hayvanın çok bacaklı olmasını da kadim geleneğinin mevcut olduğunu gösteren bir detay olarak değerlendirebiliriz. Bu detayın kaynakları, Yenisey nehrinin havzasındaki Göktürk yazıtlarının metinlerinde bulunur. Bu metinlerde “ sekiz adaklık” hayvanlar anılmıştır ve böylece bu hayvanların metinleri ile “hayvan üslûbu” plastik sanatı özellikleri arasındaki bağlarda, özel araştırmalarda ele alınmıştır. İlgi çekici karşılaştırmalar merkezi Asya petroglifleri arasında rastlanan insanvari ve hayvanvari şekiller ve işaret sembolleri ile erken Türk halıları üzerindeki resimler arasında düzenlenebilir. Yukarı yenisey’dekiMugur, Sargol ve Bijiktığ kaya tapınaklarında bulunan petroglifler, halı üzerindeki stilize resimlerle karşılaştırabileceği fikrini telkin edebiliriz. Göktürk zamanında merkezi Asya petroglifleri arasında en karekteriktistik timsal, dağ tekesidir. Bu hayvanın stilize tasviri, bir kaan soyu sembolü de oldu.Genel olarak, teke şekilleri çeşitli devirlere ait resimleri arasında görülebilir, ancak damga şeklindeki profil resimleri Göktürk devlet sembol sistemine bağlıdır. Önce kayalar üzerinde tasvir edilen sanat süjelerini zaman geçtikçe başka maddelere, ayrıca halılara da geçmesi konusundaki gözlemleri teyid eden önemli deliller arkeologların çıkarttıkları sonuçlara dayanır. Bu sonuçlara göre gelişmiş demir devrinde kaya resim sanatı sönmeye başlamıştır. Bunun nedeni resim faaliyeti için yeni imkanlar yaratan yeni tesislere, bu arada mimari abidelere, seramik ve maden eşyalara, dokunmuş halılara da geçiştir. Bu koşullarda tanınan süjelerin yeni malzemeler üzerinde tekrarlanmasına, eski geleneğin yaratıcı şekilde devam ettirilmesi gözü ile bakılabilir. (11).
Hayvan üslûbu ana motifi isminden de anlaşılan hayvanlar dünyasından alınmış belirli hayvanlardır. Bundan ötürü de insanın sanatına girer ve resimsel anlatım biçimi doğmuştur. Hem de Orta Asya kazılarında bulunmuş kemik oymalarının da gösterdikleri gibi dört bin yıl önce ve zaman ilerledikçe ilkel çizimler geliştirilmiş, daha da gerçeğe yaklaştırılmıştır. Üslûb kullanım alanı da genişletilmiştir.
Altay göçebelerine ait bu süsleme sanatı , özellikle de batıdaki akrabaları krallık İskit’lerine geçen hayvan üslubu Batı Hun’ları karşısında Güney Rusya ovasından kaçan Got’lar aracılığıyla Orta ve Güney Avrupa’ya İskandinav ya da Viking’lere, İrlanda’ya ve İngiltere’ye yayılır. M.S. IV yüzyıldan VIII yüzyıla kadar Doğu Avrupa’da önce Hunlar ve Avar Türkleri tarafından geometrik biçimlere dönüştürülerek en sonunda Avar’ların Pannonia’da ardılları olan Macar’lar kanalıyla Slav’lara ve Cermen’lere geçer, bu gelişim ve yayılım bu gün artık kanıtlarıyla bilinmektedir. Nitekim de bu konuda en basitinde Avrupa’yı donatan orta çağ kiliselerin dış yüzeylerindeki kimi su oluklarını süsleyen üsluba çekilmiş söylencesel hayvan yontularını anımsamak bile yeter. Viking gemilerinin başlarındaki ağaçtan oyma hayvan yontuları da “Hayvan Üslubu” kökenine dayanır (12).
Bilindiği gibi birçok halklar arasında güneş kutsal bir anlam taşımaktadır. Eski Türkler’de de güneş kutsal sayılmış ve güneşe saygı duymuşlar.
“Güneş bütün bir Orta Asya ile Altay Budun’larının ve bu arada eski Türk’lerin söylencelerinde büyük bir öneme sahip, Hun Hakanların doğarken selamladıkları güneşe gelince, oda, önceleri çeşitli hayvanlarla simgeleşmiş olup, örneğin, yırtıcı kuşlar ve özellikle kartal, bozkırları hızla ve güçlü aşabildiği için at, günün ilk ışıklarını haber verdiği için horoz ya da çevik hareketlerle avcının önünde kaçıp kurtulabildiği için tavşan gibi! Çünkü insanda bulunmayan fiziksel üstünlükleri ve olağan üstü yetenekleri ile göçebeleri büyüleyen bu hayvanlarda yine göçebeler için, güneş gibi enerji doludurlar. Yalnızca ata bindikleri zaman hız kazanıp yol alabilin göçebeler, hayvanlardaki bu enerji ve fiziksel üstünlüklerin hep kendilerinde de olmasını istemişler. Bundan ötürü hayvanlara sürgit imrentiyle bakmışlardır. Hayvanlarda ataların görme eğilimlerinin bir nedeni de işte bu imrentidir. Böylece de, söz konusu güç ve yetenekleri hem atalarına hem de onlardan kendilerine geçirmiş olurlar. Cermenlerin ya da ortaçağ Japonya’sında soylu Samura’ilerin de örneğin savaşta başlarında iri boynuzlu ve kanatlı miğferler giyip sırtlarına da kanatlar takarak düşmanları karşısında görkemli boğalar kadar kuvvetli, yırtıcı kuşlar kadarda hızlı oldukları düşünmeleri düş gücü yoluyla da bu fiziksel üstünlüklere sahip bulunduklarına bir zamanlar inanmaları gibi.
Bu göçebeler hayvanlı güneş simgelerini zamanla geometrik biçimlere giderek de bir düşünceyi dile getiren çizimlere, “ideogram”, lara dönüştürmüşler bunun nedenini Sibirya ve Karadeniz’deki İskit san’atıyla ilgili kitabında Fransız san’at tarihçisi Prof.Dr.Georges Charrie’re şöyle açıklıyor.
“ Gözlerinde her nesneyi bir süs olarak görebilen göçebelerin bir hayvanı üsluba çekmek, geometrik desene çevirmek ya da bunun tersini yapmak gibi olağan üstü doğal bir yetenekler vardır.
Bu yetenek, bence göçebelerin duru kafa ve ruh yapıları ile yalın yaşamlarındaki arılıktan kaynaklanmaktadır. Geometrik ya da “ İdeogramik” güneş simgeleri Orta Asya göçebelerinin hayvanlar dünyasından esinlenerek yaptıkları çeşitli süslemelerin geri planında çok görülür, konuyu hareketlendirmek için başın geriye çevrilmesi ya da hayvan sıralarının ters yönlerde düzenlenmesi İskit kökenlidir (13).
Dünyevi yıkım ve bunaltıdan kurtulup yeniden mutlu bir yaşam düzenine kavuşmak için bilmedikleri ama doğa ve evreni gözlemleyerek duygu yoluyla algıladıkları soyut biricik Tengri’ye at, koç ve geyik kurban ederlermiş (14).
Hayvanların çeviklik hız ve kuvvet gibi fiziksel niteliklerini simgesellik yoluyla kendilerine geçirebilmek için kol ve bacaklarına hayvan dövmeleri yapılmış. Kuzey Karadeniz ve Kafkasya bölgesinde yaşayan İskit’lerden sonra Kırgız Türk’lerinin kurdukları Haka Devleti’nde erkeklerin kollarına, kadınların boyunlarına hayvan dövmeleri yaptıkları anlaşılıyor. Demek ki dövme geleneği İskit’lerden sonra Türk soyundan Budun’larda sürmüştür (15).
Hayvanları stilize ederek bir takım semboller-motifler oluşturmuşlar. Motifler kültür ve sanat alanında çoğu kez toplumların gelenek ve göreneklerinin zevk anlayış inançlarının ifadesidir. Bu kavramlar içerisinde gelişip üsluplaşarak, o milletin sanat simgesi ve temsilcisi olmuştur.“Roma’lı devlet adamı, hatip MarcusTulliusCicero’dan bu yana kimi çevrelerde-doğru ya da yanlış tarihin babası olmakla nitelendirilen Herodot övgüsünde aynen şöyle der
“….Kafkasları’çok ve çeşitli insan soyları doldururlar; çoğu, geçimini, yaban ormanlardan çıkarır; buralarda çeşitli yapraklar veren ağaçlar vardır, diye anlatırlar. Buralılar bu yaprakları dövüp su ile karıştırırlar ve giysileri üzerine hayvan resimleri yaparlar; bu hayvan resimleri yıkanmakla çıkmaz hattâ sanki yünle işlenmiş gibi, dokuma eskiyinceye kadar öyle durur.
Süsleme san’atında kullanım eşyasına uyguladıkları ve ilerideki yüzyıllarda tüm Avrupa’ya yayılan güçlü “Hayvan Üslubu” kadar altın ve gümüş işlemeyi, bu kıymetli madenlerle çok ince elektron kaplamalar yapmayı, boya üretmeyi ve kumaş boyamayı bölgeye anayurtları olan Orta Asya’dan işte bu İskit denilen insanlar getirmişlerdir. Tarih ve kazı bilim yazını kadar pazırık ve Başadur vadilerinde ki kurganlardan gün ışığına çıkartılan daha eski buluntular da onların bölgeye yaptıkları uygarlık katkılarını doğrularlar.
Tarihin akışı içerisinde Kafkasya bölgesine kimisi gelip geçmek, kimisi de kısa ya da uzun vadeli kalmak ve egemen olmak üzere bakınız kimler gelmişlerdir: Kimmer’ler, İskit’ler, Med’ler, Pers’ler, Roma’lılar, Batı Hunları, çok karmaşık Bizans’lılar, Gürcüler, Çerkez’ler, Abaza’lar, Sibir’ler, Avar’lar, Hazar’lar, Kıpçak’lar, Kazak’lar, Balkar’lar, Karaçay’lar, Karapapak’lar, Selçuklu’lar ve Osmanlı’lar ve nihayet çarlık Rusları ile bugünde Sovyet devleri yeni yıkılmış Rus’lar!Bunlardan hangilerinin Türk budun ve boylarından oldukları adlarından anlaşılır. Oğuz’lardan Selçuklu ve Osmanlı kalıntıları da dahil, Balkar’lar, Kıpçak’lar, Kazak’lar, Karaçay’lar, Karapapak’lar ve Azeri’ler gibi pek çoklarının Kafkasya Türkleri dediğimiz torunları bugün hala burada yaşarlar (16).
“Bu dünyanın insanı, başka dünyayla ya da kendi iç dünyasıyla, modern psikoloji terminolojisiyle konuşabilirsek eğer, kendi bilinçaltıyla, imgeler aracılığıyla ilişki kurar. Bu imgelerin maddelerini yapar, o modelleri ya toprağa gömer yada kayaların üzerine resmeder adeta açık hava kütüphanesi olan saymalı taş; tüm Orta Asya’daki en yüksek petrogliflerin bulunduğu yerlerden biridir. Eski Türk Kültür medeniyetinin en değerli maddi varlıkları içinde yer alır. Türk’lerin yaşayışları, inançları, dünya görüşleri sanat ve estetik anlayışla ilgili önemli bilgileri binlerce yıl sonrasına taşıyan petroglifler, Türk boylarının kültür ve medeniyetleri hakkında bilgi verir. Kimi akademisyenler Amerika’da Anastasi Kızılderililerin kaya resimleriyle Saymalıtaş ve diğer Orta Asya kaya resimleri arasındaki benzerliklere dikkat çeker (17).
Eski Türk’ler birtakım figürler (dans) sergileyerek Gök Tanrı’nın hoşnudunu kazanma ve ona ulaşma yolunu izlemişler. Kendi kültürünü ve inanç rituellerini sanata dönüştürmüşler. Türk boylarına ait petroglifler genelde insanın doğayla, evrenle ve Gök Tanrı’yla ilişkisini grafiksel öğelerle ifade eder. Bunun yanı sıra olağan üstü mitolojik özelliklerine sahip olduğuna inanılan evrende ki varlıkların güneşin, ayın, yıldızların, hayvanların (dağ keçisi, kurt, geyik, kartal, koç vb)...tasvirlerinden yararlanmışlardır.
Damgalar, yaşayışın ve inanışın kristalize olmuş şekilleridir. Ait oldukları milletlerin kültür ve medeniyetlerini geçmişten hale halden istikbale taşırlar.
Dağ keçisinin (damga) Türk yaşayış ve inanışında/Türk kültür ve medeniyetlerinde apayrı bir yeri ve önemi vardır.Dağ keçisi/Teke damgası, Türk dünyasının en eski ve ortak damgalarından biridir. Bu damga, yüceliği, erişilmez yerlere erişilebilirliği, bağımsızlığı, özgürlüğü, kararlılığı, asaleti ve cesareti sembolize eden bir damgadır. Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğuna inanılan kağanı simgeler. Bu sebeple Doğu Türkistan’daki, Moğolistan’daki, Tuva’daki, Saka Eli’ndekiHakasya’daki, Kazakistan’daki, Kırgızistan’daki Saka, Hun , Avar, Köktürk, Uygur, Kırgız … Dönemlerine ait kurganlarda, mezarlarda, dikili taşlarda, yazıtlarda, kayalarda, heykellerde, taş babalarda kağanı temsilen veya kağana bağlılığı belirtmek için dağ keçisi damgasına/teke damgaya yer verilmiştir. KölTigin, Bilge Kağan, Çoyr, Karabalgasun, Deel-Uuul, Hotuuv-Us yazıtlarında; KoçhoTsaydam, Şivet-Ulaan, Tövaymag, Bayan Ölgey ve Gobi Çölü’ndeki pek çok insan ve hayvan heykellerinde, taş babalarda bulunan dağ keçisi/teke damgası, bu damganın eski Türk anıt ve yazıtlarında kağanı temsilen kullanılan ortak bir damga olduğunu açıkça ortaya koymaktır.
Üstelik bugün Moğolistan’daki, Hakasya’daki, Tuva’daki Buryat’taki Türkler arasında dağ keçisi/teke kök çebiç hala kutsal kabul edilmekte ve dağların tepelerine heykelleri dikilmektedir.Altay Türkleri arasında şamanın kötü ruhları kovmak için keçi kanıyla yıkanıp teke postuna girmesi; yeni doğan çocukların yiğit olmaları için beşiklerine, ölenlerin ise günahlarından arınması için mezarlarına dağ keçisi boynuzu konulması; Manas Destanı’nda (ata yurdunun kudsiyeti ve terk edilmemesi ifade edilirken Kara Han’ın Almambet’e söylediklerinde) geyikle dağ keçisinin/tekenin aynı oranda kutsal olduklarına işaret eden yer adlarının geçmesi; Er Töştük Destanı’nda Er Töştük ve eşinin kişiliklerinde bir kurt ve bir dağ keçisinden oluşan çiftin sahneye konulması; Irk Bitig’de dağ keçisiyle ilgili kehanetlerin sürekli hayra yorulması… konuyla ilgili herkesin malumudur. Şecere-yiTerakime’de bahsi geçen ve 19.yüzyılın başlarına kadar birçok bölgede nüfuz sahibi olan Teke boyu Türk tarihinde ve günümüzde Türklüğün gurur abideleri Kara Keçililer, Ak Keçililer, Kızıl Keçililer, Sarı Keçililer, Teke Oğulları… ve bunlarla ilgili yüzlerce yer ve bölge adları, lakaplar, unvanlar...daha niceleri niceleri… Kısacası: Türk milletinin var olduğu, ulaştığı her yerde dağ keçisi damgasının izine rastlamak mümkündür.Dağ keçisinin(dolayısıyla bu damganın) Türk mitolojisinde, Türk yaşayış ve inanışında/ Türk kültür ve medeniyetinde apayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu damga anıtlara,yazıtlara,kayalara ve paralara(18).yansımıştır.
Moğol bilim adamı Mannay-Ool, Köktürk hanedanı “ A-shih – na” (Aşina) sülalesinin damgası olan “dağ keçisi” damgasının kökeninin M.Ö.8.yüzyıla kadar gittiğini söylemektedir. Karaçay – Malkar Türkçesinde “çugutur” adı verilen dağ keçisi Karaçay – Malkar Türklerinin eski kültüründe çok önemli bir yere sahiptir. Mesela geyik ve geyik cinsinden yabani hayvanların koruyucusu olduğuna inanılan “Apsatı” adlı ilah “ dağ keçisi” suretinde tasavvur edilmiştir. Bu yüzden de kutsal bir hayvan olarak sayılmıştır.
Tarihi belgelerden her Türk boyunun bir “Ongun”, u olduğu bilinmektedir. Bu ongun genellikle kendisinden türediğine inanılan “ kurt, kaplan, dağ keçisi, koç, geyik, boğa, at, kartal, şahin, doğan “ gibi hayvanların şeklini karakterize eden motiflerdir. Bunun dışında “ güneş ve hayat ağacı “ gibi motiflerde eski Türk damgalarına kaynaklık etmişlerdir. Bahar mevsiminde koç, koyun, ve oğlak gibi küçükbaş hayvanlara daha ziyade en konulur. Bu enler, hayvanların kulaklarına ve yanaklarına konulurdu. Sığır cinsi büyükbaş hayvanlara ve atlara ise damga vurulurdu. Bu damgalar genellikle hayvanların sağrısına vurulur. Özellikle atlara vurulan damgalar büyük bir önem taşımaktadır. Üzerinde damga olan bir ata vahşi ve yırtıcı hayvanların yaklaşmadığına inanılmıştır. Damgalama işi sona erdikten sonra orada bu vazifeyle dualar edilir, kurbanlar kesilir, ziyafet verilir ve büyük bir şölen tertip edilirdi.
Kazak Türk’lerinde “koç” motifi erlik, bağımsızlığın ve yiğitliğin simgesidir. Eski Kazak Türk’lerinde savaşçılar göğüslerinde ve ellerindeki kalkanlarda koç damgası taşırlardı. Koç damgası adeta Türk kültürünün bir mühürü gibi hala Anadolu’dan Altay’lara kadar olan çeşitli mezar taşlarında ve halı – kilimlerde varlığını sürdürmektedir. Ayrıca Anadolu’da geleneksel anlayışa göre dokunan halı ve kilimlerdeki hakim damga koç başıdır. Kazakistan’da koça “koçkar” derler. Ayrıca “koçkar”ın başı kutlu olup, insanları kötülüklerden korumaları için nazarlık olarak da kullanılır. Karaçay – Malkar Türk’lerinde sülale damgası olarak “ koç, koç başı “ ve “dağ keçisi” motifinin çokça kullanıldığını görmekteyiz (19).
Eski Türk’lerde yüksek dağlar kutsal sayılmış ve Tengri’nin(Teyri) makamı olarak görülmüş.Türk’lerde dağların kutsallıkları, yükseklikleri nispetinde artıyordu. Dağ yükseldikçe gökte olduğu tasavvur edilen Tanrı’ya yaklaşılmış oluyordu. Ulu zatlar yüksek dağlara defnediliyordu. Tanrı ya ulaşma ve ona yakın olma arzusu bazı damgalarda da görülmektedir. Damgaların genellikle yukarıya doğru uzayan ucu bunun bir göstergesidir. Bayanların başlıkları kutsal saydıkları dağ şeklinde tasarlanmış olup. Tanrıya yakın olma arzusunun ürünüdür.
Damga-Sembol olarak sıkça kullanılan kartal kudret ve kuvvetin temsilcisidir. Göksel hakimiyetinden ve en yüksekte uçabilen ve yaratıcıya en yakın hayvan ve insanlar arasındaki olan hadiseleri yaratıcıya haber verdiğine inanıldığı için kutsal sayılmış bu düşüncelere benzer örnekler başka kültürlerde de olabilir. İlginçtir ki Kültür Akrabalarımız olan Kızılderili’ler de ise kartal insanların dualarını yaratıcıya taşıdığına inanılıyor ve saçlarına taktıkları kartal tüyü bir süs olmaktan öte inançlarının bir sembolüdür. Doğayı ve evreni gözlemleyerek, duygu yoluyla algıladıkları yaratıcının en yakınına gidebilen kuş olduğunu düşünmeleri ve gökte olduğu tasavvur edilen büyük ruh’a (yaratıcı) inanmaları.Orta Asya Türk kültüründe kişilerin, isimlerine eklenen sıfatlar, yapılan bir kahramanlıkla bağlantılıysa, Kuzey Amerika Kızılderili’leri arasında kahramanlara verilen adlar. Manas ve Dedekorkut’ta olduğu gibidir. Nitekim Kızılderili’lerin aldıkları isimler alışılmış isimlerden farklıdır. Dedekorkut’taki ve Manas’taki “Deli” lakabı ile Siyu Kızılderili kabilesi Şefi çılgın at’ın adında geçen “çılgın” lakabı aynı anlamdadır. İkisi de “yiğit ve gözünü budaktan sakınmayan er kişi (20).Bagatır kişi” anlamında kullanılmıştır.
Damgalar aynı zamanda yazma kültürü ile yakından ilgilidir. “C.E.H.S.T.Z, harfleri ile bunların çeşitlemeleri motif olarak Selçuklu halılarında, Anadolu’nun köy ve yörük halıları ile kilimlerinde bilinen en eski örneklerinden itibaren kullanıla gelmiştir. Söz konusu harflerden oluşan motifleri Batı Türkistan’daki ve Kuzey Afganistan’daki Türkmen’lerin halılarında Özbek, ve Uygur’ların iğne işlerinde de görürüz. Çünkü Doğu Türkistan’dan Anadolu’ya kadar büyük bir coğrafya alanında izlenilebilen ve kökenlerinde damgalar oldukları düşünülen bu motifler, Türk göçleri ile Orta Asya’dan başlayarak göç yolları boyunca doğudan batıya yayılmışlardır.Budun bilimcilerden Jettmar der ki…
Bozkırdaki süsleme sistemi son derece soyutlandırılmış az sayıdaki temel öğelerin zengin bileşimlerine dayanır. Örneğin hayvanlar dile getirilmek isteniyorsa bir boynuzun yada toynağın kıvrımı basit bir çizgiyle simgeleştirilir. Bazen dinsel anlamlar da bu simgelere karışırlar. Ünlü Türkmen halılarındaki orta alanın totem hayvanlarıyla bezenmiş olduğunu ancak dokuyucu açıkladığı zaman anlayabilirsiniz. Üç binden fazla Kırgız motifi yüzyetmişüç sözcüğün sonsuz bileşimlerinden oluşmuştur. Glück gibi bir yazar san’at açısından, Türk’lerin dünyada ki önemini vurgulayabilmek için bizlerle geometrik filiz örneği süsleme biçiminin yayılışını tartışır (21).
Milattan önce, ikinci binde yıkılmış olan yüksek Hint-İndüs uygarlığına değgin gamalı haç “Sawastika” nın tanıtladığı gibi çok eski zamanlarda Asya’da bir sihir ve tedavi imi olan haç ile bunun türlü çeşitlemesi Hristiyan’lıktan son derece eskidir. Geçmiş Anadolu ve Asya uygarlıklarında ve yine eski Türk yurtlarında Altay’larda, Orhun ve Ordos ta tılsımlı bir süsleme olarak da kullanılmıştır. Türk ve Türkmen halılarındaki haç çizimleri, haç motifleri görülür. Halının geometrik desenlendirme yapısı gizli simetriden kaynaklanır. Söz konusu simetri orta alanın göbeğinde tam, dikey ve yatay kenarlarında yarım ve köşelerinde de çeyrek ölçülerdedir. Halı yapımındaki matematikten üreyen bu gerçek başka hiçbir yorum kabul etmez (22).
Güneş doğumu temsil eder; güneşin sembolü olan ve dünyanın en eski damgalarından olan Gamalı haç İskitlerde kullanmış ve onların yaşadığı bölge olan Kuzey Kafkasya’da ve Azerbaycan’da yapılan kazılarda bu motiflere rastlanmıştır. Gamalı haç, Selçuklu tezyin sanatında farklı şekillerde sıkça kullanılmıştır. Gamalı Haç damgası Kızılderili halı ve kilimlerinde de mevcuttur.
Balkar – Karaçay’larda tezyin sanatında kullanılan işaretlerin çok büyük bir kısmının haç (çapraz şeklinde) işaretleri oluşturmaktadır. Haç işaretleri düz, eğri, orak-tırpan, çengel boynuz, kulp, ok, kürek, küçük haç, kase-çanak, küre-yuvarlak, kare, daire, yarım daire, dörtgen, halka, vigen şeklinde olabilmektedir. Çok değişik şekillerde stilize edilmiş haç işaretleri bulunmaktadır. Birçok araştırmacı belirtmektedir ki, haç tarzındaki işaretler dünya tarihi boyunca çok geniş bir alana yayılmıştır. Çünkü dünya çağında birçok halk arasında güneş-ateş gibi kutsal bir anlam içermektedir. Bundan dolayı haç işaretine duyulan saygı, ilk dönemlerdeki ve ilkel toplumlardaki inançlara bağlantılıdır, o ya da bu şekilde eski dönemlerdeki dinsel inançlarda çok geniş bir alana yayılmıştır. İnsanın var oluşu güneşe bağlıdır. H.Biciev şöyle belirtiyor; bir çok dönemde olduğu gibi, eski çağlarda mezar yapıtlarına, dinsel anıtlara, papaz ve rahipler ile çeşitli tanrılara adanmış anıtlara haç işaretleri eşlik ederdi. Bunun benzerlerini Hindistan, Çin, Tibet, Mısır ve Ürdün gibi bölgelerde görmekteyiz. Kuzey Kafkasya’nın farklı bölgelerinde farklı çağlara ait arkeolojik eserlerde ve anıtlarda haç şeklinde ki işaretlere çok sık ve çok geniş bir alana yayılmış olarak, görmekteyiz. Halk danslarındaki bir çok hareket, resim, duruş “Kaç” (haç) olarak adlandırılmaktadır. En belirgin semboller orta çağın sonuna kadar ve birçok tarihi eserde güneş sembolleri olarak korunmuştur. “Kaç” kelimesi saygı göstermek, saygı duymak, değer vermek, tören yapmak, sevmek gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. Örneğin, Goppan Haç (Kase Haçı) büyüklerden biri kutsal sayılan kaseyi alarak bayram şerefine kadeh kaldırır. Kadeh kaldırdıktan sonra kase ile haç şeklinde bir hareket yapar, kaseden bir yudum alır ve kaseyi yanındakine verir (23).
Günümüzde ise “Algış” adı verilen dua-dilekler eski inanç, sihir ve büyüden bir takım unsurlar olarak beslenen ve bir takım müspet ve menfi hükümler bildiren, şiir birimini de ve kafiyeli, bazıları uzun bazıları ise kısa olan sözlü gelenek ürünleridir. Düğün (Toy) gibi insanların sevinçli ve mutlu olduğu ortamlarda, sağlık veya hastalık durumunda yağmurun yağmasında, mahsulün bereketli olmasında kısacası doğumdan ölüme kadar olup, biten bütün her şey için söylenen bir dua - dilek vardır (24).
“Birbirinden binlerce kilometre uzaklıkta, arada yüzyılları ve hatta bin yılları aşan bir zaman geçmesine rağmen, benzer damga ile motifler çeşitli el sanatlarında, mimari eserlerin süslemelerinde devam ede gelmiştir. Kökenlerinin damgalar olduğu düşünülen harflerin dokumalarımıza işlenerek günümüze kadar geldiğini ve törtbulung simgesini Ezine halılarında yaşatıldığını biliyoruz. Bozkırlarda doğan Türk kültürünü, yüzyıllar boyu sahasını genişletmiş binlerce km. uzak mesafelere izlerini bırakmıştır. Bunlar, Türk kültürünün genişliğini yaygınlık ve devamlılığını, ayrıca toplumlar arasındaki kültür birliğini ve bütünlüğünü ortaya koyan delillerdir
Yerliyim yerli olmasına ilmik ilmik, damar damar/ Yerliyim.
Bir dilim Trabzon peyniri Bir avuç tiftik bir çimdik çavdar/
Bir tutam şile bezi gibi dişimden tırnağıma kadar/Ressamım.
Yurdumun taşından toprağından şurup gelir nakışlarım/
Taşıma toprağıma toz konduranın/Alnını karışlarım.
Bedri Rahmi EYÜPOĞLU
Sonuç olarak; Türkler atı ehlileştirdiği gibi demiri, ahşabı ve taşı ehlileştirerek onların üzerine binlerce damgayı, estetik düşünce ve görsel beğeni anlayışıyla ona sanatsal değer katmış modern grafik anlayış kimliğini kazandırmıştır. Türk kültür mirasının ortak grafiksel dili olarak, damgalar asırlardır değişik tad ve dokularla sanatçıların ilham kaynağı olmuştur. Esrarengiz güçleri ile gizemi bünyesinde barındıran damgaların mistik havası, cazibesi çalışmalarımda figüratif öğelerle birleştirip değişik renk ve dokularla meşk içerisinde adeta ritüel bir yaklaşımla ele alınmıştır.
Dipnotlar:
1- ERBEK Güran, Anadolu Motifleri Sergisi, Sergi Katoloğu, İzmir Resim ve Heykel Müzesi –Konak, 18 Haziran 1986 - 5 Temmuz 1986, s.4 – 27.
2- GÖRGÜNAY Neriman, Oğuz Damgaları ve Göktürk Harflerinin El Sanatlarımızdaki İzleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002, s. 1- 2.
3- Prof.Dr. ÖGEL Bahaeddin, Türk Kültür Tarihine Giriş, Cilt 2, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1978, s. 43.
5- TAVKUL Ufuk, Karaçay – Malkar Halkının Kökeni Türk Yurtları, Sayı 3, 1990, s.38-39-40.
7- DİYARBEKİRLİ Nejat, Hun Sanatı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,1972, s. II – III- 14 – 39.
8- TEKCE E. Fuat, Pazırık Altaylardan Bir Halının Öyküsü, Kültür Bakanlığı Yayınları Ankara, 1993. s. 96.
9- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s.96 - 97.
10- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s. 17.
11-VASİLYEV D.Dimitri, Merkezi Asya Göçebelerinin Sanat Geleneklerinin Türk Halıları Üzerindeki Süjelere Yansıtılması, Türk Soylu Halkların Halı, Kilim ve Cicim Sanatı, Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Kayseri, 27 – 31 Mayıs,1996 s. 337- 338 – 341.
12- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s.90 – 91.
13- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s.101 – 102.
14- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s. 121.
15- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s. 54 – 55.
16- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s. 49 -51 -52 -53.
17- Atlas Dergisi, Sayı 153, Aralık, 2005.s.44 – 70.
18- ALYILMAZ Cengiz, Bir Asparagas Haber ve Kurt, Dağ Keçisi, Geyik Sembol ve Damgalar,Orkun, s.37,İstanbul,2001,s.14-17.
19- ADİLOĞLU Adilhan, Karaçay Malkar Türkleri, Ankara, 2005. s. 170 – 171.
20- ÖZTÜRK Emre, Kızılderili Tarihi, Nokta Kitap, 2007. s.115.
21- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s. 234 – 233.
22- TEKCE E. Fuat, a.g.y., s.246.
24- Doç. Dr. TAVKUL Ufuk – Dr. KALAFAT Yaşar, Karaçay – Balkarlar, Karam Araştırma ve Yayıncılık, Ankara, 2003 s. 140.
Tüm hakları saklıdır.Mehmet AŞCI